Bronson: Anarsi ve Star Türetmece



Herostratos

was a young man who set fire to the Temple of Artemis at Ephesus (in what is now western Turkey) in his quest for fame on about July 20, 356 BC.[1] The temple was constructed of marble and considered the most beautiful of some thirty shrines built by the Greeks to honour their goddess of the hunt, the wild and childbirth. Four hundred and twenty-five feet long, and supported by columns sixty feet high, it was one of the Seven Wonders of the Ancient World.
Far from attempting to evade responsibility for his act of arson, Herostratus proudly claimed credit in an attempt to immortalise his name in history. To dissuade similar-minded fame-seekers, the Ephesean authorities not only executed him, but also condemned him to a legacy of obscurity by forbidding mention of his name under penalty of death. This did not stop Herostratus from achieving his goal, however, as the ancient historian Theopompus recorded the event and its perpetrator in his Hellenics.
wikipedia

Ayrıca bakınız: Le Mur, Jean-Paul Sartre,1939. Sartre kitabın dördüncü hikayesinde Herostratostan bahseder. Bulup okumanızı tavsiye ederim.





Bronson hikayesi oldukca ilgi cekici, afisleri de bir o kadar cezbedici. Ingiltere'nin en meshur mahkumunun biography sini izliyoruz.Charles Bronson takma adiyla doneminde bir celebrity mertebesine ulasan, sahsina kitaplar,filmler,tv showlari, gazete mansetleri ithaf edilen ve gercek adi Michael Gordon Peterson olan bir mahkumdan bahsediliyor. Anlam veremedigim bir fenomen olan, "mahkumdan star turetmece" nin en guclu orneklerinden biri bu hikaye ama bu seferki bir seri katil değil.



Cocukken oldukca kibar olan Bronson, arkadaslariyla iyi gecinen bir velet olmasinin yaninda cok iyi bir aileden geliyor. Akrabalari sehirde onemli insanlar, anne babasi toplumda saygi duyulan kisiler. Diger Amerika kokenli celebrity mahkumlar gibi cocukluktan kalan bir travmaya sahip degil, muhtelif hayvanciklarin kafalarini kesmemis, papaz tarafindan tacize,tecavuze ugramamis. Kisaca iyi bilirdik diyor ahali kendisi hakkinda.

Kasabanin postanesine! yaptigi silahli soygunda gaspettigi 25 pound civari komik bir para yuzunden hapis seruvenine ilk biletini elde ediyor sahsina munazir Bronson. Bundan sonra kendinin belirttigi, Refn'in de bir yorumu olan Alter-Ego sunun yonetimi ele aldigi Bronson'in super manyak edimlerinin sonuclarini izliyor ve anlam veremdigimiz bir hikaye ile yapayalniz birakiliyoruz.

Bronson hikayesini kendi anlatiyor, bir nevi otobiyografi tadinda izliyoruz filmi.

Egosunu ortaya koydugu butun edimlerinin sozcusu Bronson, kendi hikayesini anlatiyor.Hissiyatini, deneyimlerini bir bir ozetlerken ve cikarimlarini bizimle paylasirken her sey mumkun oldugunca normal ilerliyor her ne kadar ruh hastasi bir kele overdose maruz kaliyor olsak ta otobiyografi kendini dinletir farklilikta.

Kurguyu duraklatip baska bir boyuta goturuyor yonetmen bazen bizi ve iste tam da o anlarda ayricalikli bir sinema deneyimi yasiyoruz.Bronson sahne kiyafetlerini giyiyor, makyajini yapiyor, bu yabani, duygusuz, ilkel saldiri araci bizi tiyatro sahnesinde alt-egosunu konusturdugu tek kisilik gosterisine goturuyor. Muhattap aldigi kesim bu sefer farklı, salonu dolduran izleyici kitlesi toplum yargisi metaforu. Yasadigi butun ruhsal ve fiziksel iskencelere ragmen oyle bir fanatiklik sergiliyor ki Bronson bu donusumde, anlayamadigimiz, tanimlayamadigimiz bir guzellige hayran kaliyoruz.Burada ayrıca seyircilerin super-egoyu temsil ettiği kanısındayım.

Cok standart bir ergen davranisi olan, coklugun icinde kendini gostermek, dikkati uzerine cekmek butununu olusturan tipik davranis bicimlerini hayal edelim. Kisi cogito'yu kesfettigi andan itibaren bu davranis bicimlilerini toplum baskisiyla, ahlak kurallarinin zorlamasiyla bastirir ve alt-egosuna atar. Bu aslinda bir secimden ziyade bir zorlamadir. Yalniz kalma ve yabancilasma korkusu, suru gudusune ayak uyduran bireyleri kendi tornasina sokmaya baslar bu sivilceli ergenlik doneminde. Kabul gorme ihtiyaci o kadar yuksektir, sevilme ihtiyaci o kadar buyuktur. Bronson kendi sahnesinde iste bu kabul gorme arzusunu yargilar. Hep bir agzidan gulen, hep bir agizdan susan topluma bir nah ceker, onlari cocuk gibi azarlar. Alt-egosunu gerceklestirdikce elde edilen, digerlerinin Branson'a farkindaligimi sebeptir yoksa bu istek bir sonucmudur bunu bilmemize olanak yok. Tek bildigimiz sey Bronson'in fetişinin bir celebrity olmak oldugu yani bu duyguyu en uc duzeyde yasamak istegidir ve bunu da id ini serbest bırakmak yoluyla başaracaktır.

Fiziksel aciya, solitary mahkumiyet hallerine (30 yil), ruhsal bunalimlara karsi koyamiyacak normal bir insanin hatta ruh hastasi kriminal bir mahkumun aksine,Bronson her durumda insan ustu bir motivasyon gosteriyor.Ironik bicimde normal bir insanin cehennem diye nitelendirecegi hapishaneyi otel, hucresini ise otel odasi olarak goruyor.Bu motivasyonun kaynagi zaten belirttigimiz gibi alt-egosunu gerceklestirme istemi.Hikaye boyunca turlu turlu iskenceye siddete maruz kalan (aslinda amacina ulasmak icin, mansetlere cikmak icin yapiyor bunlari) Bronson, sadece bir defa gercekten aci cekerken goruyoruz. Kendisiyle bas edemeyen hapishane yonetimlerinden biri(120 farkli hapishane gezmis manyak) parlak bir fikirle kendisinden akil hastanesine posetliyerek kurtulmayi basariyor. Burada yaptigi her manyakligin, her anormalitenin artik 'normal' sayilacagini bilen Bronson hepten boku yedigini anlamistir. Emellerine bu her manyakligin normal sayildigi, kosesindeki berisindekinin kendisinden fersah fersah manyak oldugu bir ortamda oldukca normal bir sahsiyet Bronson. Nihayi cozum = Cinayet.



Yonetmenin yaraticiligi bazi sekanslarda cok ust duzeye cikiyor. Ozellikle filmin tepe noktasi biraz sonra daha detayli bahsedecegim Ton Hardy'nin ucusa gectigi Bronson-Nurse sahnesi. Adeta izleyenlere esi benzeri gorulmemis bir deneyim sunuyor. Benzerlerine cok disardan bakan bir tarzi var filmin. Kamera acilari oldukca yerinde kullanilmis, bazen kendimizi Bronson'in gozunden, bazen otoritenin, bazen izleyicinin, bazen toplumun gozunden bakarken goruyoruz. Bu saydiklarimin tumunun yerine koyup neden, nasil sorularini sorma sansina sahip olabiliyoruz ki vasatin uzerine cikan farkli bir biyografi teknigine ilerleyen etkenlerden sadece biri bu.

Soundtrackler bir fon olusturmak yerine oyle harika zamanlarda kullanilmis ki, filmin bir tarz sahibi olmasinda cok belirleyici olmuslar. Daha once de karsilastigimiz bir teknik olan, siddet iceren sekanslarda slow bir muzik, dinlendirici muzikler eslik ediyorken, cok alakasiz veya durgun gozuken sahnelerde tam tersi agresif, eglenceli, galeyan muzikleriyle karsilasiyoruz. Ornek olarak ise muhafizlar tarafindan agzi burnu eline verilen Bronson'i izledigimiz zamanlarda slow motion a eslik eden dinlendirici klasik muzik ve opera seckilerini dinliyoruz. Bunlar arasinda Verdi,Wagner gibi isimler bulunuyor. Ote yandan, akil hastanesine kapatildigi ve ilk kez aci cektigine emin oldugumuz Bronson'in salya sumuk hallerine Pet Shop Boys - It's A Sin ile katlanmak zorunda kaliyoruz. Filmin butunune hakim olan elektronik muzikler ise, genel tarza oldukca uymus, hizli akan planlarin yoklugunda temponun yuksek kalmasina buyuk yarar saglamis. Sahsen oldukca randiman aldim.



Filmin basarisina damgasini vuran, ben burdayim diyen bir Tom Hardy var. Kendisini ben "lan bu Rock'n'Rolla daki ibine degil mi huleynnn" nidalari esliginde tanidim. Kisa bir imdb kontrol ve evet ta kendisi. Fit fiziksel hatlara sahip, "Handsome Bob" karakterini ustlenecek kadar yakisikli olan Tom Hardy (RocknRolla,Layer Cake) bu film icin mutasyona ugramis.Adam tam bir sirk strong man'i. Hani su meshur mayo giyip halter kaldiran tipleme. Takim elbise,yelek,kravat kombinasyonun icinde boyle bir tip gormek oldukca absurd ve hos bir deneyim. Refn daha onceden adindan pek sozettirmemis bir oyuncu olan Hardy'e oylesine guvenmis ki, filmin butununde odakta ne olursa olsun hep Bronson var, normalde abarti sayilacak derecede siklikla close-shotlarla islenmis. Sonuc tatmin edicinin cok cok otesinde. Sansini efsane kullanan Hardy, tiyatro sahnesinde tumden ucusa geciyor. Sizofren bir karakteri alin, kisilik bolunmesi olan bir hastayla carpin, yer yer bu adami oldukca mantikli ve guclu konusturun. Hadi yaaaa! Bu performansi bir kere izlemek kesmiyecek beni.



Bronson biography turune acilan yepyeni bir kapi olmanin otesinde cok guclu bir sinematografi ve hayvani bir oyunculuk deneyimi yasatmayi vaad ediyor. Diger yazili medya da karsilastigim gibi filmin tarzini 'A Clockwork Orange' ile kiyaslayip, daha sonra da altindan kalkamayip yerme yolunu secen beyinsizler var. Lutfen bu ve benzeri yayinlari kaale almayin, zaten alacaginizi da cok sanmiyorum.Yine de Refn in oldukca bi tarafi kalkmistir boyle bir film ile birlikte anilmak buyuk bir gurur vesilesi.

Soundtrack listesi:

Bronson Soundtrack - Track Listing
1. The Electrician - The Walker Brothers
2. Va pensiero
3. Götterdämmerung
4. Santa Please (Come Early This Christmas) - Eva Abraham And The Nat Franklin Trio
5. It’s A Sin - Pet Shop Boys
6. Meet Mister Callaghan - Ray Martin
7. Your Silent Face - New Order
8. Attila: Chi dona luce al cor?.. (Atto II)
9. Digital Versicolor - Glass Candy
10. La forza del destino
11. Das Rheingold: Entry of the Gods into Valhalla
12. Eine Alpensinfonie Op. 64
13. Symphony No. 4 in E flat ‘Romantic’ (ed. Nowak)
14. Lakmé (Act I) : Flower Duet
15. Madama Butterfly , Act 2, First Part: Coro a bocca chiusa/Humming Chorus

Funny Games: Kumanda



Funny Games, Haneke tarafindan 2 kere cogu sinemaseverin kafasinda soru isaretlerine yol acacak bicimde ilki 1997 yilinda ikincisi ise US versiyonu olarak 2007 yilinda cekilmistir. US versiyonunu izlememden tam olarak 6 ay gecmis ve yaklasik bir kac saat once binbir cile ile edindigim 1997 versiyonunu izlemis bulundum. Gayet tabii ilk versiyonunun birebir bir kopyasi olmasi umdugum birsey degildi. Zaten Funny Games i cekmekteki amaci Haneke nin, bana kalirsa iste tam da bu bahsettigim hadiseyi, yani beklentilerimizi alip yerin dibine sokup sokup bize teslim etmek oldugunu anlamam uzun surmedi.

Filmin baslamasiyla, kisa bir karakter analizi yapma firsati buluyoruz. Elimizde cok tipik bir Alman cekirdek aile var. Tek cocuga sahip bu ailenin mumkun oldugunca tipik bir Avrupali ust-orta gelir grubuna dahil, alabildigine kafalardaki 'ideal', 'mukemmel' aile kavramlariyla ortusuyor olmasi titizlikle planlanmis. Baba karakteri Georg, guler yuzu, sakin tavirlari olan, cocugu ve karisi ile diyaloglarindan anlayabildigimiz olcude 'ideal' bir es ve baba figuru. Keza, sevimli ailemizin annesi Anna' nin da Georg'dan hic te asagi kalir bir yani yok. Bu ikilinin asklarinin meyvesi de teddy bear sirinliginde bir oglan cocugu. Ailenin civardaki komsulariyla iliskileri oldukca sicak, yarin golfte size soyle koyucaz, boyle koyucaz derken ki gevrek gevrek gulumseme de bunu ve yaninda sahte olagan iliskileri kanitlar nitelikte.

Karakterlerin bu kadar tipik olmasini ve ailenin bu kadar ideal goruntusunu destekler kivamda sahip olduklari da orta-ust sinif icin 'mukkemmel' kavraminin icini fazlasiyla dolduruyor. Maddesel ogeler ki bunlar yine tipik bir Avrupa cekirdek ailesinin mutluluga ulasmak icin sahip olma gudusuyle yasadiklari metaforlar, oldukca beklentilerimizi karsiliyor ve aileye olan sempatimizi arttiriyor. Gol kenarinda bir yazlik, buna cok sik bir sekilde eslik eden bir adet yelkenli, tipik bir station wagon aile arabasi, dublex, bahceli asiriya kacmayan bir ev ve onun onunde kucuk bir iskele. Bu ogelerin her ne kadar luksu cagristirdigini dusunsek te, yonetmen sadeligi ve basitligi on plana cikartarak asiri frapan durabilecek seylerin mizansene girmesine izin vermemis, buna cok basit bir ornek olarak ise filmin buyuk bir kisminin gectigi plan olan evin oturma odasi soluk bir sarinin dominant oldugu, tek duze mobilyalari ve minimum duzeyde dekor objeleriyle yaratilmis(minimalist). Tabiiki bu tabloya bir de sevimli kopek eslik ediyor heyecan yapmayin.

Butun bunlarin seyirciye verilmesi, ve basarili oldugu kadar her ogenin birbiriyle tutarli olmasi yonetmenin planladigi saldiri araci. Bu kadar kliselesmis bir ideal aile simulasyonu, seyircinin beklentisini kitlelerce kabul edilen, yarginin alistigi senaryolara saplayip birakiyor. Haneke bir tuzak kuruyor fakat beklentileri cok basarili bir sekilde manipule edilmis seyirci kendi iradesine dur diyemiyor; kurgunun illa ki bekledigi sekilde ilerlemesini istedikce istiyor, bekledikce got olup agiz dolusu kufurler ediyor. Evet, Haneke bir elmas berrakligiyla bunu yapiyor: Bizimle afedersiniz tasak geciyor.



Yonetmen Anna'nin bu iki seri katil modunda takilan lunatik pici eve almasini, uzun bir sure bizde "yok, yok abi kesin bisey yapmicaklar ama ne bok yemeye calisolar yahu?" sorularini ayni cikarim uzerinden saglamis ki bu en basit anlatimiyla bir sinif algisi oyunu. Katiller fazlasiyla aristokrat ve ust sinif goruntusune, ayni sekilde o goruntuyu dolduracak naziklige sahipler ve bunu kesinlikle elden birakmiyorlar. Bu da seyircide olusabilecek o sinifa dahil oldugunu algiladigimiz insan profilinin bir cani, bir psikopat olabilecegi beklentisini ister istemez engelliyor. Sorular soruluyor, tahminler yapiliyor, beklentiler hizla bosa cikiyor ve zavalli seyirci icin bu yukselen trend ayni ivme ile devam ediyor.

Yonetmenin seyirciyi oyuna dahil etmek icin kullandigi teknikler kulaga ne kadar ucuz gelse de yarattigi etki tam da aksi sekilde. Katillerin kameraya donup kurgu islenirken bizden de bir tahmin beklemesi, bir beyanda bulunmamiz istegi artik isyan cigliklarina yol aciyor. Bunlar arasinda ise bence filmin en zirve yaptigi nokta, Anna nin silahi alip sisko katili oldurdugu ve hemen arkasindan diger katilin assiiieee diyip televizyon kumandasini bulup sahneyi basa aldigi ve kurguyu kendi istedigi hale getirmesidir.



Bu kumanda mevzusu gorundugu kadar basit degildir. Daha once de vurguladigim sekilde seyircinin beklentilerini bosa cikarip bir ohhh cekmemize engel olmaktan cok da ote simgeler barindiriyor. Konformist ve materyalist bati kulturu, seyirciye sadece hayat standartlarini yukseltirken bu iki kavramin sisirilmesi gerektigini ogretmekten ote, bireysel mutlulugun da kisinin elindeki bu duzenin en ironik simgesi olan 'tv kumandasi' gibi metalarla saglanabildigi sonsuz imkanlar taniyor gibi gozukmektedir. Iste bu yanilgiya yapilan en absurd gondermelerden biri ile karsi karsiya birakiliyoruz. Haneke'nin ise " hahahha, bu sefer degil, seni pic!" ve benzeri nidalar attigina eminim.

Filmin basinda gordugumuz bir bicak vardi, izleyenler hatirlayacaktir cunku gozumuzun icine icine sokulmustur o sevimsiz bicak. Simdi size o bicagin huzun dolu hikayesini anlatacagim. Vakti zamaninda, Hollywood yapimcilari bir filmin gisede doksana takmasi icin seyirciyi belli acilardan tatmin etmesi gerektigini anlamistir.Bunu lisedeki cilgin felsefe hocamdan ogrenmis olmam gercegiyle yetinmeyip ayrica bknz. Robert Altman'in 'The Player' i. Arada hatirladiklarim ciplaklik, sir, ask, estetik vb. vb. fakaaaat en onemlisi nedir?! Mutlu son. Zikip atarcasina o bicagi filmin sonunda da Anna' nin elinden aliyor sempatik katilimiz ve saatin oldukca ilerledigini gorup gayet siklemez tavirlarla karakterimizi denize parmaklarinin ucuyla itip,ikili konusmalarina hic birsey olmamis gibi devam ediyorlar. Butun Hollywood basari kliselerinin, ki bunlar seyircinin beklentilerinin olusmasinda en buyuk etkenler, kaba alman aksaniyla aq mustur o bicak.

Filmin uzun tek planlarindan, rahatsiz edici ve absurd tarzindan, vesairesinden bibisinden didisinden vakit bulan seyirci farkedecektir ki, bicak simgesinde oldugu gibi bunlar yakin cekimlerle yapilmis, oldurme ve ciplaklik sahneleri sansurlenmis, diyaloglar olabildigince arindirilmis, mizansenler basitlestirilmis ve bunlarin yaninda tam da saheser bir ornek olan cocugun olmesinden sonra diger karakterlerin hic bir zaman gosterilmemesi planlanmistir.Anne, baba, cocuk lesi ve fonda rahatsiz edici, cirkin bir araba yarisi sesi hukum surmektedir. Algiya oynanmis, tek planlar ve uzun cekimler sorulan sorulari, cevapsiz birakmistir.Mutsuz son da bence toplu tecavuze ugramis beklentileri karsilayacak kadar gercekci ve yakisikli durur hale gelmistir.



Not: Neden Amerikan versiyonu olan 2007 Funny Games'i tekrar cekme geregini hissetmistir, bu sacmadir, olmamistir diyenler icin soyle bir yanitim olacak nacizane: Haneke nin elestirdigi duzen tam da Amerika cikisli salgini konu aldigi icin filmin en buyuk etkiyi yapacagini dusundugum yer de en tabiiki Amerika olacaktir. Gelgelelim, bu angut amerikalilarin Avrupa sinema orneklerinden diger butun sanat cesitlerinden oldugu gibi hic haz almamasi, sanat urunlerine kendi cabalariyla ulasip tercihlerini bunlara bulusmak icin kullanmayacaklari goze alindiginda sanirim Haneke'nin bu elestirisini tam da hakeden "ulus?" a ulastirmasinin tek yolu buydu. Bu kadar azimle sican, bir filmi iki kere bile ceker.

Notun notu: Fuck the american dream!

Kvinnodröm (1955) aka Dreams



Ingmar Bergman'in Kvinnodröm(Dreams),1955 tarihli bu filmi, yonetmenin sinemasinin ikinci doneminin tipik bir ornegi aslinda.Dreams'te kameralarin kadina ve onun ic dunyasina cevrilmis oldugunu, analizlerin butununu kadin-erkek iliskileri uzerinden, kadinin bulundugu konumu erkekleri ifsa ederek, tabiri yerindeyse, kucuk dusurerek gozler onune seriyor yonetmen. Ne kadar kadin karakterlere odaklanmis bir gozlem filmi olsa da, alt metinlerinde dozaji yuksek elestiri oklari yagiyor erkegin hayatinin her alanindaki acizliklerine ve duygunun egemen oldugu her olaydaki beceriksizliklerine.Bergman'in en iyi filmlerinden biri olmadigi kesin fakat anlasilabilirligi acisindan bakarsak, yonetmenin ikinci donem filmlerinin bir amac manifestosu seyircisine sundugu, hatta birinci doneminden de cok kucuk ornekler de bulundurdugu da asikar.


-spoiler-
Kurgu'da birlikte ilerleyen, farkli bakis acilarina sahip iki ayri hikaye hukum suruyor. Ilkinde orta yaslarina varmis moda editoru bir kadin Susanne, tipik bir imkansiz ask yasiyor. Sevgilisinden ayrilali yedi ay olmustur ve bu sure kendisini duygusal anlamda cok yipratmistir. Oyle ki, saglikli dusunemiyor, nevrotik davranislarda bulunuyor, sanrilar goruyor, intihari bile aklina getiryor. Kendine olan guvenini de busbutun yitirmis durumda.Daha onceden guclu ve basarili oldugu cikarimina is hayatindaki bulundugu pozisyondan varabiliyoruz.Nitekim vardigi ruhsal durum,cokusun esigindeki bir karakterin analizi niteliginde. Diger karakter Doris, yasinin ve guzelliginin getirdigi butun toyluklarla ne istedigini bilemez durumdadir. Nisanlisini sevmesine ragmen akli bir karis havada, hayati yasamak isteyen, anlik mutluluklarin pesinde olan bir karakter kompozisyonu sunuyor.




Doris'in hikayesi aslinda kadinlarin genclik doneminin, ki bu hala gunumuz toplumun da da sikca karsilastigimiz bir senaryo, bir elestirel ozeti.


Baba ve ebeveyn rolunun hayatindan cikmasiyla baslayan 20-30 yas arasi guvensizlik sendromu, kadinin bireysel tatmine ulasmasini tekrar eden onsel icgudulere sadik kalmasi kosuluyla olabilecegini dikte ettiriyor.Bu da kadinin bir birey olarak kendini gerceklestirmesi yerine daha ulasilmasi kolay ve duygusal olan fakat kendisine ussal gozuken bir yol secmeye sevk ediyor. Basit bir orneklemeyle, senaryoda gectigi gibi, yasca buyuk, olgun ve zengin sevgili adayi ayni anda hem beyinde konumlandirilan baba konseptiyle ozdeslisirken, vaad edilenler ise ebeveyn kontrolu altindaki konformist ve edilgen hayatin benzer bir tamamlayicisi oluyor. Kendini gerceklestirecek cesarete sahip olmayan kadinin bu cikmaza saplanip kalmasinin garantisini de, neden olan cocuksulugun(infantile) bir sonuca donusmesi ve ayni paradoksun devam etmesi veriyor.

Doris'in hikayesinin anlattiklari 20-30 yas kadinini analiz ederken, Susanne'in hikayesine tekrar donulmesiyle bu sefer 30-50 yas arasindaki modern ve basarili kadinin duygusal sarsintilarini izliyoruz.



Henrik gelmesiyle cok yakinen tanidigimiz, olabildigine gercekci diyaloglari deneyimlemeye devam ediyoruz. Henrik evlidir, cocuklari vardir, zengindir fakat Otto'daki yasliligin getirdigi deformasyonun fiziksel ve duygusal surecinin, erken boyutunu Henrik'te gozlemleyebiliyoruz.Doris ve Otto'daki ironinin aksine, Henrik ve Susanne'in iliskilerini daha soguk bir gercekcilige oturmasinin bir nedeni de olgun iki insanin iliskisine bu sefer tanik oluyor olmamizdir.Otto'nun aksine, Henrik herseye sahiptir kagit uzerinde.Aile,statu,kiyasla genclik,ona asik bir kadin (iki degil) bunlarin hepsine sahiptir Henrik. Susanne'da Doris'in aksine, kendini gerceklestirmis, statu sahibi olmus ama duygusal acidan tatmine ulasamamistir.Ozlem duydugu seyler egosunda oyle buyuk yaralar acmistir ki, duygusal husrani bicimsel siddete basvurmakla sonuclanabilecek durumdadir.Modern toplumun bir hastaligi olan, sahip olma, elde etme gudusu oyle tehlikeli hale gelmistir ki, Susanne ugruna intihari dusundugu adama kavustugunu hissettigi andan itibaren,tatmin duygusu yeni bir asama atlar, sahip olma gudusu ile ilintili hastalikli dusunculerini dinleriz.

Bunlari takiben olaya dahil olan Mrs.Lobelius (Henrik'in karisi) olayi bambaska bir boyuta tasir. Susanne'in hayallerinin hayat bulmus halini yasayan Mrs. Lobelius'in aciklamalari kendisinin de eskiden aynen Susanne gibi oldugu, kiskanclikla yanip tutustugu yonundedir fakat artik hicbirsey hissetmemektedir ve bunun tek suclusu kendisi oldugunu dusunmektedir. Duygusal zekasini bastirmis, acilari sonucu guclu olmus, bunlar sayesinde de Henrik'i bir chowchow kopegi kadar iyi anlamis ve domine etmistir. Bir nevi nihayi noktaya ulasip, kendini negatif yonde gerceklestirmistir.



Henrik: "Buyumek icin oyuncak ayisine ihtiyaci olan bir cocuk gibi, ona olan sevgisi her mantigi reddiyor.Senin icin o oyuncak ayi gibiyim ben."

Susanne:"Karin olsun(gebersin) istiyorum.Karin ve cocuklarin.O kadar cok istiyorum ki korkuyorum."