1984


Gundemden kendini men etmek, tv ve hatta gazeteden kendini soyutlamak ne kadar deva oluyor bilemiyorum ama enformasyon yagmuru beynime mudahele etmeye devam ediyor. Yagmur yetersiz oldu, enfarmasyon asit saganagi seklinde guclenerek devam ediyor. Her yonden beyin zarıma carpan damlalar sanki hafızamı eritiyor, bilmek istemedigim, en ufak bir ilgi dahi hissetmediğim sacma sapan bilgilerle hafızamı ele geçiriyor, bildiklerimin yerlerini alıyorlar. Bu istila bende aşırı eylemlerle süslü hastalıklı fantazilere sebep oluyor. Öyle ki, bazen yerin altına bir sığınak inşa edip zorunda kalmadıkça oradan çıkmamak istiyorum.

Çok büyük bir ihtiyaçtır anlaşılmak insanoğlu için. Kendinizi sizi hayatta anlayabilecek sınırlı sayıdaki insan topluluğuyla birlikte hayal edin. Ama birisi kelimelerinizi çalmış, anlatmak istiyorsunuz, işte herkes orada bütün kulaklar sizde ama derin sessizlikler ya da kem kümler, hani vardı ya... Sizi siz yapan şeyleri çalıyorlar, bir kalıba sokuyorlar ve aynı kelimeleri kullanan, aynı şeylerden bahseden, aynı şeyi düşünen, aynı şeyi giyen, aynı şeyi bilen, aynı yemeği yiyen, aynı filmin aynı zombileri yapıyorlar. Dolly idi dimi o kuzunun adı? Onun ben...

Çokça kullanılır oldu topluluklar içinde yalnız olmak. Peki ya arkadaşım, dostum dediğiniz adamlara/kadınlara ne oldu? En son ne zaman birinin size bir şey kattığını hatırlar oldunuz? Sahip olmak, statü manyaklığı umut tacirlerinin malı olmuş, tüketmek takıntı halinde. Vaad edilen topraklar fersah fersah, yaşadığımız yer ise izbe bir bok çukuru. Bu umutmuydu bize şarkının bahsettiği yaşatan insanı? Hepimizin son kullanma tarihi geçti daha paketimiz açılmadan.

Buradan koca ülke nüfusuna kendisini sevmesemde 70 küsür yaşında bir siyasetçinin mahremini izleten kokuşmuş ve bir o kadar da aşağalık olan medyaya, tektip ve sansürcü faşist yönetimini sürdüren Big Brother'a, elimden kelimelerimi alan herkese tekrar tekrar teşekkürü bir borç bilirim. Toprağın bol olsun George Orwell.

"Özgür olmadıkları halde, özgür olduklarını sananlar kadar hiç kimse tutsak değildir." Goethe

I love u Bonus!


Pazartesi gecesi Cinebonus sinemalarında yayınlanan Georges Bizet'nin efsanevi operası Carmen'i Teatro alla Scala farkıyla izleme fırsatı bulanlardan biriydim. Oyunun sinema salonu ortamında izlenmesinin SWOT analizini daha ilerde yaparız fakat organizasyonun zenginliğinden bahsetmek isterim öncelikle.

Teatro Alla Scala, Avrupa'nın ve hatta dünyanın en önemli opera binalarından biri olup Milano şehrinde ikamet etmektedir. Takipçilerinin koca götlü, süpersonik zengin kesimden olup, haliyle kasım kasım kasılınan elitist bir ortama sahiptir. Binanın ve sahnenin büyüklüğü, locaların ve dekorasyonun şıklığı dillere destan olmakla birlikte, en önemli şefleri, yönetmenleri vesaireleri ağırlaması da ayrı bir güzelliktir.

Cinebonus sinemaları bir süredir pazarlamasını yaptığı opera ve bale gösterimlerinin yakın zamanda Verdi'nin Simon Boccanegra'sı ile üstelik canlı yayın yaparak açılışını yaptı.Yurtta olamayan ben, ayağımın tozuyla Carmen'i pazartesi akşamı izleme şansını bulduğum gibi bana eşlik eden arkadaşıma da şahane bir ortamda uyuklama fırsatı verdim. Nereden baksanız bir win&win durumu söz konusu.
İlk önce biletlerden söz etmek isterim. Fahiş olup olmadığı rahatlıkla tartışılabilecek bir fiyat söz konusu. En büyük salonda gösterilen opera için bilet başına 35TL uygun görülmüş.Zaten hafta içi 21.00-22.00 seansları son seanslar olduğunu düşünürsek sinemanın herhangi bir fırsat maliyeti (bknz. opportunity cost) yok. Fakat diğer taraftan kopyaları edinme maliyeti, gösterim sayısının azlığı, bazı gösterimlerin canlı olması ve bunun teknik altyapı maliyetleri vs. derken uygun bir fiyat olduğu da düşünülebilir. Benim gibi neredeyse bir audiophile iseniz kesinlikle bir operayı yerinde izlemenin yerini tutmanın yakınından bile geçmeyeceğini düşüneceksiniz ama yine de görüntü yönetmeninin bazen abartmakla birlikte manyak gibi çalışması da salonlarda göremeyeceğiniz detayları görmenizi sağlıyor, bunu da göz önüne almak gerek.

Mesela, ruh hastası şahsiyet Barenboim'in yönetimi sırasındaki ilginç mimiklerini opera binasında görmenize imkan yok iken (alt bir seviyede seyircinin göremeyeceği bir yerde bulunur orkestra ve şef) sinema gösteriminde yan flüt çalan bir ablayı nasıl tebrik ettiğini görmek paha biçilemez oluyor. Bir diğer detay ise oyunculara yapılan yakın çekimlerin hem dinamizmi arttırması, monoton sayılabilecek geçişleri hareketlendirmesi hem de çok ilginç detaylar ile karşılaşmanız. Don José rolündeki Jonas Kaufmann abinin dramatik bir sahnede düet sırasında salyalarının şıp şıp yere damladığını görüyoruz ve kendisine karşı karmaşık duygular besliyoruz mesela.

Bu imkanlara dvd formatında veya Mezzo adlı yarmış kanalda da sahip olabiliyoruz fakat sonuç olarak sinema > tv. Öteki tarafta bluray formatında özellikle bazı kopyaları için iddia edilen sıkıştırılmamış ses ve 7+1 formatı ile "sinemadan daha iyi" vaadi düşündürücü olabiliyorken bir kaydı sinemada izlemeyi hiçbir kişisel çabaya değişmeyeceğimi de belirtmek isterim.

Bu kadar klasikleşmiş bir oyun hakkında söylenecek bir şey yok herkes çok keyif alacaktır mutlaka (uyuklarken bile sırıtyordu arkadaşım). Mezzosoprano Anita Rachvelishvili oldukça başarılı genç bir şahsiyet ve Carmen rolünün hakkını her açıdan verdiğini düşünüyorum. . Don José rolündeki tenor Jonas Kaufmann'ın sesi bazen irite etsede bunun yeteneğinin eşi benzeri olmamasından kaynaklandığını düşündürttü bana.Sonuç olarak duayen olmamakla birlikte, naçizane fikrim bu yönde.

Gelecek programlar opera ve balenin seçkin eserlerini oluşturuyor. Baleyi şu yaşıma kadar sevememekle birlikte şansımı cinebonuslarda denemeye karar verdim. Bu kadar reklamı da baban yapmaz sana Cinebonus.

Not: Libretto bile dağıtıp her perdede ara vermeyi de ihmal etmediler. Aferin.

Detaylı bilgi ve program


London


Bahsetmek istedigim film hakkinda biraz bilgi edinmeye calısırsanız inanılmaz kotu yorumlar ile karsılacagınızı garanti ediyorum. İste tam da bu nedenden dolayı film hakkında yazmak kacınılmaz bir hal aldı.Filmin 'cok iyi' oldugunu dusunmemin yanında asıl ilgimi ceken sey Limits of Control'de de sorgulanan kontrol mekanizmasının varlıgı ve islevini cogunlukla yitirmis olması gercegi ile bir ornek sayesinde bulusuyor olmaktı.

Bir ressamın cıkıp 'en guzel renk kırmızıdır cunku ...' gibi bir fikir beyan etmesi ne kadar sacma ise goreceliligin yuksek oldugu konularda bir otorite yaratma cabası da o kadar anlamsız bence. Ciddi bir paradoks ile karsı karsıyayız. Toplumun buyuk bolumunun talep ettigi sey populer kultur ise bunun adı, arzın nedeni tabii ki tartısalamaz fakat bu konunun aslında zaman icinde sekillendirilmis normlardan kaynaklandıgı tartısılabilir. Yani var olan bir dayatmadan bahsedebilirz. Yani talep edilen sey aslında talep ettirilen sey ile ice ice gecmeye baslıyor. Kapitalist mekanizma surdurulebilir olmasını bir salgın gibi bulastıgı her alanda definisyonlar yaratarak saglıyor gibi geliyor bana.Sinema otoritesi,elestirmeni,palyocosu.

Felsefe hocam Mehmet Bey'in vakti zamanında dedigi gibi bir filmin gisede basarılı olması yani urunun satılması ıcın nasıl tuketıcının beklentilerini karsılamanız gerekiyorsa sinema tuketicisinin de karsılanması gereken beklentileri var ki film basarılı olsun. Oldukca uzun, maddelerden olusan bir liste hatırlıyorum. Mutlu son, ask, temiz ve moda kostumler, cinsellik vesaire diye uzayıp gidiyordu. Bu kadar olagan beklentilerin tabii ki psikolojik bir boyutu ve uzun yılların getirdigi kemiklesmis kosullanmaları da var fakat benim anlamadıgım tecavuze ugramamıs bir bilinc yoksunluguna sahip majoritenin talep ettigi otoritenin guzeli ve cirkini, iyiyi ve kotuyu belirlemesi. Bu da yetmezmis gibi arz talebi bir hayli geciyor. Nereye baksanız bu otoritenin etkisini fena halde hissediyorsunuz.

Empati yapma yeteneginiz yoksa film sizin icin sıkıcı olabilir. Buyuk bir bolumu tek mekanda gecen dusuk butceli fakat diyalogları ile kendini var eden bir filmden bahsediyorum. Kokainin pudra sekeri kadar saygınlıgının olmadıgı bir ortamda yeni tanısan iki karakterin birbirlerini karanlık tarafa goturuslerinin hikayesi diyebiliriz bu filme. Normal sartlarda uyusturucunun olmadıgı bir ortamda amerikalıların deyimiyle cheesy olabilecek felsefi tartısmalar karakterlerin bitikliginden haberdar olmanız sayesinde insanda garip duygular uyandırıyor.

Kendinize bile itiraf edemediklerinizi hic tanımadıgınız bir adama davet edilmediginiz bir partideki tuvalette uyusturucu sayesinde bagıra cagıra itiraf ettiginizi dusunun. Film basit senaryosunun yanında yumruk tadında diyaloglarıyla, masculin sertligiyle ve kısa sureli de olsa one cıkan iyi oyunculuklarıyla ilgiyi hakedecek bir film olduguna inanıyorum. Oyle bir noktaya getiriyor ki film sizi sonda artık mutlu ya da mutsuz son diye bir beklenti icine girmenin ne kadar gerzek bir takıntı oldugunu dusundurtuyor. Konusmak anlamsız, devam etmek zor.

Limits of Control



Jim Jarmusch'un uzun suredir beklenen filmi, Limits of Control burada biraz gecikmeyle de olsa festivallerde yerini aldı. IKSV'nin Akbank Gala programını dahilinde film suan gosterimde.Sunu da belirtmek lazım, TR'de Jarmusch filmlerinin vizyona girmesi pek olası degil ki Amerika'da bile sadece indie ve avrupa filmlerini vizyona sokan cok sevdigim,takdir ettigim Landmark Theaters sinemalarında ve benzeri alternatif sinemalarda film gosterildi.

Filmlerini anlamak icin Jarmusch ve felsefesi hakkinda belli bir birikiminin olmasi gerekiyor izleyicinin. Yonetmenin takintili oldugu konular zaten filmografiye hakim olan biri icin belli tekrarlari iceriyor yeni filminde. Uzun uzun anlatmak yerine kendi agzindan ve cok anlamli buldugum dusuncelerine goz atmakta fayda var :

Nothing is original. Steal from anywhere that resonates with inspiration or fuels your imagination. Devour old films, new films, music, books, paintings, photographs, poems, dreams, random conversations, architecture, bridges, street signs, trees, clouds, bodies of water, light and shadows. Select only things to steal from that speak directly to your soul. If you do this, your work (and theft) will be authentic. Authenticity is invaluable; originality is nonexistent. And don’t bother concealing your thievery—celebrate it if you feel like it. In any case, always remember what Jean-Luc Godard said: “It’s not where you take things from—it’s where you take them to.”


Sinemaya ve hayata bakisi ayni olan bir yonetmenin filmlerinde de cok dikte edici bir kurgu gormek mumkun olmuyor.Hatta kurgudan bahsetmek bile abesle istigal diyebiliriz. Hayati nasil beceriksiz kelimelerle ozetleyemiyorsak, Jarmusch filmlerini de ayni sekilde tanimlamaya kalkmak yersiz olacaktir. Insanin dogasi geregi sorgulama istegine, ona verilen her konu icin ayri hazirlanmis formatlar ket vurur. Ornekler, taslaklari, taslaklar ise formulleri yaratmistir. Kimine gore bunlar beklentiyi olusturan ve karsilanmasi durumunda hosnutluk yaraticilar, limitleri belirleyen bu formuller oluyor. Kimine gore aslinda tumumuze gore. Sadece bu kontrol mekanizmasindan uzaklasmaya, yasamin aslinda kesin bir oznel algidan ibaret oldugunu dusunen bir farkindalik gosterenler bir noktaya kadar varolabiliyor.

Limits of Control'un hissettirdikleri ve dusundurduklerinin yaninda filmin cikis noktasini olusturan Fransiz sair Rimbaud'nun 'Le Bateau ivre' (1871) 'inin baslangic dizeleri var ve eger izleyici kendini guvende hissetmek isterse bol bol bunlari hatirlamisinda fayda olacaktir.

Comme je descendais des Fleuves impassibles,
Je ne me sentis plus guidé par les haleurs

Siirin tamimina ve ingilizcesine de suradan: http://www.mag4.net/Rimbaud/poesies/Bateau.html

Film Jarmusch'un son filmi Broken Flowers gibi yine bir yol kurmacasi fakat BF'nin aksine kisinin ic dunyasina yapilan bir yolculuk yerine bu sefer daha genel hatta kitlesel bir alegoriyle karsi karsiyayiz. Tipki Rimbaud siirinde denize gonderdigi oyuncak geminin alegorik bicimde ruhani bir kesfi sembolize etmesi gibi filmin ana karakteri Bankole'nin de sembollerle dolu gorevi kolektif bilincin yansimasi. Amerikali yonetmenin filmlerinde ozellikle yer verdigi yabancilasma temasi yine dil uzerinden orneklendirilmis. Ana karakterin hic konusmamasi, karsisindaki farkli yabancilarin hep ispanyolca bilip bilmedigini sormasi ve Fransizca,Ispanyolca,Japonca,Ingilizce konusmalari ve buna ragmen suphesiz bir iletisim kurmalari yonetmenin hatiri sayilir zaman ayirdigi bir konuydu. Diyaloglar muzik,resim,film,sanat,bilim gibi konularda yogunlasirken her yeni algidaki diktasyon ne oldugu belirsiz kibrit kutulariyla degis tokus yapilan notlar vasitasiyla gerceklesiyordu. Zaten final de temizlenmis bir alginin, kontrolsuz bir alginin elde edilmis olmasiydi.

Goreve cikarken sunlarin bilinmesi gerekiyordu:

Use your imagination.
Everything is subjective.
He who thinks he is bigger than the rest, must go to the cemetary. There he will see what life really is. It's a handful of dust.
La vida no vale nada.

Bu cumleler defalarca karsimiza cikiyor. Ana karakter o an her kimden temsil ettigi seyi dinliyorsa, bunlar kayitsiz kalmasini sagliyor. Bir nevi anahtar gorevi goren dusunceler.

Bunlarin disinda Ana karakterin her karsilastigi sembol karakterin soyledikleri oznel kelimeler ki genelde 'bence' ile baslayan cumleler oluyor, konu hakkinda elde edinilmis kaliplar olmasinin yaninda dogru ya da yanlis diye bir yargiya varamiyacagimiz ifadeler. Her ne kadar onaylar gozlerle bakmamiz istense de aslinda filmin alt metnine sert bir dokunus yapiliyor. Dusunduklerimiz ve hissettiklerimiz kendimizi en manipule edilmemis sandigimiz alanlarda aslinda karsi koyulamiyacak bir kontrolun urunleri oluyor. Gordugumuz x sanatcinin y resmi veya su yonetmenin bu filmi veya su bestecinin z sonatasi baskalarinin bize hissettirdikleri. Ozumuzden ve tarafsizliktan cok uzagiz ama bunu farkedememek en buyuk savunma sistemimizin eseri. O yarginin bize oznel oldugunu sanmak tipki bildigimiz her seyin dogru oldugunu sanmamiz paradigmasi gibi.

Filmin felsefesinin disinda harika Ispanya ve Madrid sehri cekimleri, Schubert, LCD Soundsystem,Boris gibi soundtrackleri + Flamenco, her zamanki gibi filmin ritmini oldukca etkileyen ilginc muzikleri, kisa rolleri olmasina ragmen cok saygi duydugum isimlerin var oldugu bir cast'i (T.Swinton,Bill Murray,G.Garcia Bernal ) ki yonetmenin takintili oldugu cast'e iki yeni onemli ismin eklenmesi hos oldu, yine kahve (espresso) diyaloglari ve sonuc olarak ozgun bir sinema deneyimi vaad ediliyor.

"David Shines"



Bazı hikayeler vardır bogazınızda kocaman bir dugumle, isyan bayraklarıyla cıkasınız gelir sokaga ama gidecek bir meydan yoktur. Oyle bir hikaye David Helfgott'unki. İnsanı alip,sallayip,iki tokat cakip yerine mihliyor.

Despot,otoriter ve duygusal bozuklukları olan, nevrotik bir baba oglunu kopek gibi hayata hazirliyor. En buyuk aracı olan "Piyano" ve nihayi mottosu "we're gonna win dad!" olan bir dahi yaratiyor. Baba tarafindan obsesyon haline getirilmis bir beste var ki hem David Helfgott'u yaratan, hem de yok eden oluyor sonunda; Rachmaninoff un 3. piyano concertosu. Cok yoruma dayali olmamakla, Rach 3 piyano icin yazilmis en zor bestedir. Soylenene gore pik bolumunu hatasiz calmak icin 10 parmaktan ve bir beyinden fazlasına sahip olmanız gerekiyormus!Helfgott bunu kolejdeyken hatasız calmayı basarıyor basarmasına ama piyanonun basından alıp kendisini 12 yıl akıl hastanesine tıkıyorlar oyle de buyuk bir bedel odeyerek.

Geoffrey Rush'a David rolunde en iyi aktor oscar'ını da getiren film, toplam 7 dalda aday oldu. Gayet iddialı bir oyunculuk ve ilham verici bir hikayenin yaninda film cok fazla sey vaat etmiyor.David'in cocuklugu,ergenligi ve yetiskinligi muhtesem oyunculuklar gormemizi saglıyor ve bunun yanında "gercek" bir hikaye izledigimizin bilincinde olmamız,surekli bir empati ve basta da dedigim gibi isyan durumunda olmamızı saglıyor. Bunların yanında yonetmen koltugundaki Scott Hicks'in, filme sahsi bir katkısı oldugunu dusunmuyorum. Hatta sahsen katıldıgı senaryo yazımında da oldukca cuvallamıs diyebilirim ki diyaloglar akıcı olmaktan cok uzak ve filmin bazı bolumlerinde oldukca duragan.

David Helfgott ve Rach 3, 6 ve 8 Nisan tarihlerinde tekrar Turkiye'ye geliyor. Aya İrini'de tapınma gibi bir aksam yasanacak. 100-300 tl arasında degisen bilet fiyatları makul olculerin biraz uzerinde, ama ilk gelisindeki inanılmaz ilgi bu sefer de devam ediyor. Aya İrini "sold out". Kimilerine gore fazla sisirilmis bir muzisyen olan Helfgott bu ilgiyi hele ki Turkiye'de "tekrar" gormesi tartısılabilir bir sey degil bence. Ben biletimi Lutfi Kırdar icin ediniyorum, tavsiyem de tukenmeden edinin yonunde.

Film icin ise halen okumakta oldugum C.G.Jung, nevrotik veya psikotik ebeveyn modelinin Helfgott gibi bir sonucun nedeni olması onermeleri (Helfgott bu arada siforenik ve bir o kadar da bipolar) , dozajını arttırdıgım klasik muzik dinletilerimin yanında inanılmaz gittigini soyleyebilirim. Her bunyede farklı etki yapar orası ayrı.


Rach 3 by David Helfgott (Horowitz yorumu da dinlenmeli)


Kickass

Alice in Chains



Karsilikli bir sacmaliktir aldi gidiyor. Filmin dagitimcisi sanirim bunu yapan; emin degilim bilgisi olan varsa beni aydinlatsin lutfen, soyle iki opsiyon sunuyor potansiyel izleyicilere : 3-D fakat turkce dublajli veya orjinal dilinde turkce altyazili ama 3-D'siz. Sinema blogu falan takip eden bir kitlenin ilk opsiyonu opsiyon yerine koymayacagini biliyorum ve hadi diyoruz eskiden 3-D mi vardi hemen bi tarafimiz kalkmasin fakat bu seferde filmi orjinal dilinde vizyona sokmayan sinema salonlarina maruz kaliyoruz. Kanyon cinebonus'ta filmi bahsettigim ikinci opsiyon ile izleme sansini ben yakaladim, uzun bilet kuyruklari ise dublaja hayir diyen kesimin bu sinemaya akininin bir gostergesiydi.

Aslinda bir onceki filmde oldugu gibi, bahsettigim Charlie and Chocalate Factory, filmin 12 yas alti kitleyi segment belledigi gibi yanlis anlasilmanin yasanacagini ongoruyordum. Dublajli kopyalarin sinema salonlarinin cogunlugunu isgal edeceginden de suphem yoktu fakat bu sefer gercekten anormal bir durum degil bu. Evet ben de sasirdim, evet bu neredeyse cocuk filmi ve maalesef Tim Burton sonunda civitti.

Alice in Wonderland edebiyat tarihinin gelmis gecmis en iyi cocuk hikayesidir bence. Defalarca uyarlamalari cekilmis, sayisiz sanatciya ilham kaynagi olmus bir eserden bahsediyoruz ve normal olarak ta bu eserin bilinilirligi inanilmaz boyutlarda olmali. (Googleladigimizda 26.000.000 ile sinirlandirilmis bir sonuc elde ediyoruz mesela.)Ote yanda yonetmen koltugunda oturan isim korkunc bir hayal gucune sahip buyuk sahsiyet Tim Burton. Yasarken sahsina ait bir muzesi bile oldu Burton'in. Kendisini bu kadar muhim yapan sey ise daha cocuklugunda cizdigi karakterlerde bile ayni tarzi gordugumuz creepy, karanlik, acayip bir tarzin urunu korkunc tiplemeleri alip filmlerine tasimasidir bence. Batman Returns, Ed wood, Beetle Juice, Edward Scissor Hands, Sleepy Hallow, Corpse Bride, Nightmare Before Christmas, Sweeney Todd hep ayni tarzin devam ettigi fakat film turlerine (genre) baktigimizda birbirleriyle pek alakasiz oldugunu goruruz. Bu tarz ozellikle tezat durumlarda inanilmaz one cikti. Mesela Batman gibi tarihin en unlu ve en bilinen comic karakterlerinden birinin film uyarlamasiyla yaptiklari, Edward Scissor Hands'de tipik Amerikan Ruyasi'ni yasayan rengarenk bir kasabaya ugrayan garip Burton esrarli, korkunc, garip freak Burton karakteri Johnny Depp, iki farkli animasyon filminde ayni tiplemeler fakat cok absurd sekilde biri bir ask hikayesi oteki ise kutlu bir kristmis hikayesi. Tarzini markalastirdigi aktor ve aktrisler ise sirasiyla Johnny Depp, Helena Bonhem Carter (Burton'in karisi ayni zamanda kendisi:), Winona Ryder.

Alice'te yine Burton'in fetis objesi haline gelen Depp major rollerden birinde ve tabiki Helena Bonhem Carter da var Kirmizi Kralice roluyle.Anne Hathaway guzelligine yakisir bicimde cici Beyaz Kralice rolundeyken daha once hic bir filmden hatirlamadigim genc aktris Mia Wasikowska ise Alice rolunu oldukca iyi dolduruyor. Neyse konumuz oyunculuk degil. Burton nasil bu filmi cekmeye karar verdi bilmiyorum fakat tanitiminda `Tim Burton Versiyonu` denmesini gerektirecek en ufak bir sey goremedim filmi izlerken. Bu filmi James Cameron gibi gise canavari abilerden biri cekti deselerdi inanmama ihtimalim sifir olurdu. Aslinda aklima cok garip bir fikir geldi: Saraplar icin nasil kor tadim duzenleniyorsa, filmler icin de ayni seyi oneriyorum.Filme girmeden yonetmenini soylemesinler, dogru yonetmeni tahmin etmeye calisalim. Ben bir film icin su kisi cekmistir diyemiyorsam, o filmin cok ta matah bir is olma ihtimali varmidir?? Daha uzatmak istemiyorum, son kararim film hakkinda: Walt Disney icin cekilen filmden daha cok cocuklara yonelik olmasi beklenmelidir fakat bu filmi Tim Burton cekmemelidir, adam mi kalmamistir yoksa Burton paraya mi sikismistir?Peki film kotumudur? Yine de gidilir. Alice in Chains.

Michael Keaton - Beetle Juice

Danny DeVito - Batman Returns

Johnny Depp - Edward Scissorhands

Corpse Bride

Nightmare Before Christmas

Johnny Depp - Sweeney Todd

Bonus:

Man In The Box - ALICE IN CHAINS from LeperMessiah__ on Vimeo.

"The Oscars" Sonunda!

Sinema "endustrisine" muazzam bir "boost" pazara bir fiyat duzenlemesi olmasının ve adı gecenlere banknot olarak uzun vadede fayda saglamasının yanında oscar toreni muazzam bir show. NTV'de turkce simultane igrenc cevirisiyle ki ekstra eglence arz eder, Cnbc-e kanalında ingilizce'ye hakim olanlar stres yasamadan izleyebilir. Bu sene sunucular Alec Baldwin ve yine Steve Martin. Adama bir heykel vermişlikleri olmadığı gibi, dalga gecer gibi ucuncu kez toreni sunması istenmis kendisi de kabul etmiş. İyi de olmuş. Bilindiği üzere torenin uzunlugu reklam gelirlerinin artmasıyla dogru orantılıdır. Anlasılacagı uzere sunuculara bol bol maruz kalacagız ki toren uzasın. Yoksa Heykellerin dagıtılması kanımca 15-20 dk arasında tamamlanabilirdi. Gecen sene Hugh Jackman dans showları, sempatik tavırları ve estetik durusuyla kendisine hayran bırakmıştı bu sene daha stand-up tadında Steve Martin onderliginde bir sunum bizi bekliyor, hiç te şikayetçi olamayıcagım cunku adam gercekten komik.

Oscarlar kimlere gider?

best picture - Avatar
directing - Hurt Locker
foreign language film- Un Prophete (The white ribbon'a verirler)
cinematography - White Ribbon
leading actor - Jeff Bridges (Dude alır almazsa ayıp, Morgan'a kıyak gelebilir dikkat)
leading actress - Meryl Streep (Bu kadından tırsıyorum, seri katil falan olmasın?)
supporting actor - Christopher Waltz (Stanley Tucci'de Lovely Bones'da kafayı yemiş almalı)
supporting actress - Mo'nique (Maggie Gylenhaal alsa, sora bana gelse bunu kutlasak?)
animated feature - Up
documentary - food inc. alır (the cove da iyiydi)
costume design - the imaginarium of doctor parnassus
screenplay adapted - district 9 veya up in the air
art direction,visiual effects,original score -avatar


kırmızı halı geçidine 15 dk. kalmış bu arada, kim elbisesini kime diktirmis merak edenlere fyi, odul toreni tr saatiyle 3-3:30 civarı vuku bulacak. Mikrodalga popcornlar alındı,yeterli light kola temin edildi diger gerekli her sey hazır. Olayı entellektuel davranmayı bırakıp ele alırsanız keyifli bir gece sizi beklior.

The Imaginarium of Doctor Parnassus




Terry Gilliam, Türkiye'de yeteri kadar bilinmeyen fakat ecnebi kamuoyunda efsaneleşen ve eski toprak bir yönetmen. Monty Python and the Holy Grail ile ciddi bir sükse yapmasının ardından, tam 5 sene sonra George Orwell'in anti-ütopik kült eseri 1984'den esinlenerek hala ayıla bayıla izlediğim Brazil filmiyle kendini kanıtlamakla beraber fantastik tarzını belli etmişti. Daha sonra gelen filmler ise dozajı Fear and Loathing in Las Vegas'ta iyiden iyiye artmakla birlikte, ne kadar sınırsız ve alışılmadık bir yaratıcılıkla karşı karşıya olduğumuzu kanıtlar nitelikteydi. Yaşının ilerlemesiyle vasatı aşamayan filmlere imza atmaya başlayan Gilliam, olgunluk dönemi ciddiyetini es geçerek masalsı anlatımlarına bu sene Oscar'dan 2 adaylık kopararak The Imaginarium of Doctor Parnassus ile devam ediyor bütün beklentilerin aksine. Beklenti diyorum çünkü Tideland ve Brother's Grimm filmleriyle çaptan düşmeye başlamış bir efsaneden bahsediyoruz.Ayrıca World Premier'ini de Cannes'da yapmış olması da çok sert bir geri dönüşü vurguluyor.

Filmin çekimleri cast'ın belirlenmesini takiben 2007 yılında başlamasına rağmen, Heath Ledger'in ani ölümü ile durdurulmuştu. Ekibe Johnny Depp, Colin Farrell ve Jude Law'un katılmasıyla çekimler ancak tamamlanabildi. Film, Heath Ledger'ın son ve veda filmi olmasıyla bile ciddi bir ilgiyle karşılaşacağı aşikar fakat bunun yanında cast oldukça güçlü ki Şeytan rolünde izlediğimiz bir Tom Waitsvar ki adamın her hali insanda parande atma hissi uyandırıyor.

Senaryo ise ciddi şekilde Goethe'nin Faust'unun fantastik ve moderni birleştiren bir uyarlamasını andırıyor. Doctor Parnassus Şeytan ile işbirliği yapar, bir iddiaya tutuşurlar.Faust aynı şekilde sevdiği kız olan Gretchen'i elde etmek için Mefistofeles ile bir anlaşma yapar.Mefisto'nun amacı dünyasal zevkleri Faust'a tattırarak ona bir Oh be! dedirtmektir ve bunun için bütün imkanları? seferber eder. Eğer Doktor iddiayı kaybederse kızını da kaybedecektir.Farklı olarak Mefisto tanrı ile iddialaşır.

Doctor'un hikayeye hayat veren söylemi, insanların kendi iradeleriyle doğru seçimi yapabilmeerini sağlamak. Binlerce yaşında olan Doctor, günümüzde iyice çaptan düşmüş ve dediklerini dinleyen de yok. Modern toplum ve bireyler, maddesel zevkler peşinde anlık hazlar uğraşındalar. Doctor'un aynasının bu açıdan sembolik bir durumu var. Hikaye'de içinden geçilen bir kapı olan ayna, sembolik olarak ta insanın iç dünyasına tutulan bir ayna niteliğinde. En yerinde örnek ise elinde Prada torbaları ile içeri giren mature ablanın kendini yüksek topuklu ayakkabılar Wonderland'inde buluyorken Johnny Depp ile iş pişirme çabaları içersinde olması.

Bayan izleyiciler için bir şölen havası nitelğinde olan Ledger,Depp,Farrell,Law dörtlüsünü aynı rolü keserken izlemek ise ayrı bir keyif. Yansımalarda oyum şu şekilde olacak Depp > Law > Farrell. Oyunculuk olarak gayet iyi Farrell ama kendisine genel olarak gıcık olduğum gibi Ledger'dan isteyerek veya istemeyerek rolü çalmış bulunması ayrıca sinirimi bozdu.Ama filmin sonunda gelen "A film by Heath Ledger and Friends" karesi yılın Fair Play ödülüne layık bir hareket onu da belirtmek isterim.

En iyi sanat yönetmeni ve en iyi kostüm konusunda diğer filmlerin hepsini henüz izlememiş olmakla birlikte, ikisine de talip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.Alır mı peki orası biraz zor diğer adaylar çok kuvvetli olmasının yanında Çin takviminde ise Avatar yılına girdiğimiz göz ardı edilmemeli. Bence biraz daha üzerinde durulsa Tom Waits'e de bir yardımcı erkek oyuncu adaylığı gelebilirdi.Heykelciği almaya gelirmiydi şüpheli o da ayrı konu. O zaman bu yazıyı da bir Tom Waits seçkisiyle kapatıyorum. Hadi yine.




MusicPlaylistRingtones
Music Playlist at MixPod.com

Bronson: Anarsi ve Star Türetmece



Herostratos

was a young man who set fire to the Temple of Artemis at Ephesus (in what is now western Turkey) in his quest for fame on about July 20, 356 BC.[1] The temple was constructed of marble and considered the most beautiful of some thirty shrines built by the Greeks to honour their goddess of the hunt, the wild and childbirth. Four hundred and twenty-five feet long, and supported by columns sixty feet high, it was one of the Seven Wonders of the Ancient World.
Far from attempting to evade responsibility for his act of arson, Herostratus proudly claimed credit in an attempt to immortalise his name in history. To dissuade similar-minded fame-seekers, the Ephesean authorities not only executed him, but also condemned him to a legacy of obscurity by forbidding mention of his name under penalty of death. This did not stop Herostratus from achieving his goal, however, as the ancient historian Theopompus recorded the event and its perpetrator in his Hellenics.
wikipedia

Ayrıca bakınız: Le Mur, Jean-Paul Sartre,1939. Sartre kitabın dördüncü hikayesinde Herostratostan bahseder. Bulup okumanızı tavsiye ederim.





Bronson hikayesi oldukca ilgi cekici, afisleri de bir o kadar cezbedici. Ingiltere'nin en meshur mahkumunun biography sini izliyoruz.Charles Bronson takma adiyla doneminde bir celebrity mertebesine ulasan, sahsina kitaplar,filmler,tv showlari, gazete mansetleri ithaf edilen ve gercek adi Michael Gordon Peterson olan bir mahkumdan bahsediliyor. Anlam veremedigim bir fenomen olan, "mahkumdan star turetmece" nin en guclu orneklerinden biri bu hikaye ama bu seferki bir seri katil değil.



Cocukken oldukca kibar olan Bronson, arkadaslariyla iyi gecinen bir velet olmasinin yaninda cok iyi bir aileden geliyor. Akrabalari sehirde onemli insanlar, anne babasi toplumda saygi duyulan kisiler. Diger Amerika kokenli celebrity mahkumlar gibi cocukluktan kalan bir travmaya sahip degil, muhtelif hayvanciklarin kafalarini kesmemis, papaz tarafindan tacize,tecavuze ugramamis. Kisaca iyi bilirdik diyor ahali kendisi hakkinda.

Kasabanin postanesine! yaptigi silahli soygunda gaspettigi 25 pound civari komik bir para yuzunden hapis seruvenine ilk biletini elde ediyor sahsina munazir Bronson. Bundan sonra kendinin belirttigi, Refn'in de bir yorumu olan Alter-Ego sunun yonetimi ele aldigi Bronson'in super manyak edimlerinin sonuclarini izliyor ve anlam veremdigimiz bir hikaye ile yapayalniz birakiliyoruz.

Bronson hikayesini kendi anlatiyor, bir nevi otobiyografi tadinda izliyoruz filmi.

Egosunu ortaya koydugu butun edimlerinin sozcusu Bronson, kendi hikayesini anlatiyor.Hissiyatini, deneyimlerini bir bir ozetlerken ve cikarimlarini bizimle paylasirken her sey mumkun oldugunca normal ilerliyor her ne kadar ruh hastasi bir kele overdose maruz kaliyor olsak ta otobiyografi kendini dinletir farklilikta.

Kurguyu duraklatip baska bir boyuta goturuyor yonetmen bazen bizi ve iste tam da o anlarda ayricalikli bir sinema deneyimi yasiyoruz.Bronson sahne kiyafetlerini giyiyor, makyajini yapiyor, bu yabani, duygusuz, ilkel saldiri araci bizi tiyatro sahnesinde alt-egosunu konusturdugu tek kisilik gosterisine goturuyor. Muhattap aldigi kesim bu sefer farklı, salonu dolduran izleyici kitlesi toplum yargisi metaforu. Yasadigi butun ruhsal ve fiziksel iskencelere ragmen oyle bir fanatiklik sergiliyor ki Bronson bu donusumde, anlayamadigimiz, tanimlayamadigimiz bir guzellige hayran kaliyoruz.Burada ayrıca seyircilerin super-egoyu temsil ettiği kanısındayım.

Cok standart bir ergen davranisi olan, coklugun icinde kendini gostermek, dikkati uzerine cekmek butununu olusturan tipik davranis bicimlerini hayal edelim. Kisi cogito'yu kesfettigi andan itibaren bu davranis bicimlilerini toplum baskisiyla, ahlak kurallarinin zorlamasiyla bastirir ve alt-egosuna atar. Bu aslinda bir secimden ziyade bir zorlamadir. Yalniz kalma ve yabancilasma korkusu, suru gudusune ayak uyduran bireyleri kendi tornasina sokmaya baslar bu sivilceli ergenlik doneminde. Kabul gorme ihtiyaci o kadar yuksektir, sevilme ihtiyaci o kadar buyuktur. Bronson kendi sahnesinde iste bu kabul gorme arzusunu yargilar. Hep bir agzidan gulen, hep bir agizdan susan topluma bir nah ceker, onlari cocuk gibi azarlar. Alt-egosunu gerceklestirdikce elde edilen, digerlerinin Branson'a farkindaligimi sebeptir yoksa bu istek bir sonucmudur bunu bilmemize olanak yok. Tek bildigimiz sey Bronson'in fetişinin bir celebrity olmak oldugu yani bu duyguyu en uc duzeyde yasamak istegidir ve bunu da id ini serbest bırakmak yoluyla başaracaktır.

Fiziksel aciya, solitary mahkumiyet hallerine (30 yil), ruhsal bunalimlara karsi koyamiyacak normal bir insanin hatta ruh hastasi kriminal bir mahkumun aksine,Bronson her durumda insan ustu bir motivasyon gosteriyor.Ironik bicimde normal bir insanin cehennem diye nitelendirecegi hapishaneyi otel, hucresini ise otel odasi olarak goruyor.Bu motivasyonun kaynagi zaten belirttigimiz gibi alt-egosunu gerceklestirme istemi.Hikaye boyunca turlu turlu iskenceye siddete maruz kalan (aslinda amacina ulasmak icin, mansetlere cikmak icin yapiyor bunlari) Bronson, sadece bir defa gercekten aci cekerken goruyoruz. Kendisiyle bas edemeyen hapishane yonetimlerinden biri(120 farkli hapishane gezmis manyak) parlak bir fikirle kendisinden akil hastanesine posetliyerek kurtulmayi basariyor. Burada yaptigi her manyakligin, her anormalitenin artik 'normal' sayilacagini bilen Bronson hepten boku yedigini anlamistir. Emellerine bu her manyakligin normal sayildigi, kosesindeki berisindekinin kendisinden fersah fersah manyak oldugu bir ortamda oldukca normal bir sahsiyet Bronson. Nihayi cozum = Cinayet.



Yonetmenin yaraticiligi bazi sekanslarda cok ust duzeye cikiyor. Ozellikle filmin tepe noktasi biraz sonra daha detayli bahsedecegim Ton Hardy'nin ucusa gectigi Bronson-Nurse sahnesi. Adeta izleyenlere esi benzeri gorulmemis bir deneyim sunuyor. Benzerlerine cok disardan bakan bir tarzi var filmin. Kamera acilari oldukca yerinde kullanilmis, bazen kendimizi Bronson'in gozunden, bazen otoritenin, bazen izleyicinin, bazen toplumun gozunden bakarken goruyoruz. Bu saydiklarimin tumunun yerine koyup neden, nasil sorularini sorma sansina sahip olabiliyoruz ki vasatin uzerine cikan farkli bir biyografi teknigine ilerleyen etkenlerden sadece biri bu.

Soundtrackler bir fon olusturmak yerine oyle harika zamanlarda kullanilmis ki, filmin bir tarz sahibi olmasinda cok belirleyici olmuslar. Daha once de karsilastigimiz bir teknik olan, siddet iceren sekanslarda slow bir muzik, dinlendirici muzikler eslik ediyorken, cok alakasiz veya durgun gozuken sahnelerde tam tersi agresif, eglenceli, galeyan muzikleriyle karsilasiyoruz. Ornek olarak ise muhafizlar tarafindan agzi burnu eline verilen Bronson'i izledigimiz zamanlarda slow motion a eslik eden dinlendirici klasik muzik ve opera seckilerini dinliyoruz. Bunlar arasinda Verdi,Wagner gibi isimler bulunuyor. Ote yandan, akil hastanesine kapatildigi ve ilk kez aci cektigine emin oldugumuz Bronson'in salya sumuk hallerine Pet Shop Boys - It's A Sin ile katlanmak zorunda kaliyoruz. Filmin butunune hakim olan elektronik muzikler ise, genel tarza oldukca uymus, hizli akan planlarin yoklugunda temponun yuksek kalmasina buyuk yarar saglamis. Sahsen oldukca randiman aldim.



Filmin basarisina damgasini vuran, ben burdayim diyen bir Tom Hardy var. Kendisini ben "lan bu Rock'n'Rolla daki ibine degil mi huleynnn" nidalari esliginde tanidim. Kisa bir imdb kontrol ve evet ta kendisi. Fit fiziksel hatlara sahip, "Handsome Bob" karakterini ustlenecek kadar yakisikli olan Tom Hardy (RocknRolla,Layer Cake) bu film icin mutasyona ugramis.Adam tam bir sirk strong man'i. Hani su meshur mayo giyip halter kaldiran tipleme. Takim elbise,yelek,kravat kombinasyonun icinde boyle bir tip gormek oldukca absurd ve hos bir deneyim. Refn daha onceden adindan pek sozettirmemis bir oyuncu olan Hardy'e oylesine guvenmis ki, filmin butununde odakta ne olursa olsun hep Bronson var, normalde abarti sayilacak derecede siklikla close-shotlarla islenmis. Sonuc tatmin edicinin cok cok otesinde. Sansini efsane kullanan Hardy, tiyatro sahnesinde tumden ucusa geciyor. Sizofren bir karakteri alin, kisilik bolunmesi olan bir hastayla carpin, yer yer bu adami oldukca mantikli ve guclu konusturun. Hadi yaaaa! Bu performansi bir kere izlemek kesmiyecek beni.



Bronson biography turune acilan yepyeni bir kapi olmanin otesinde cok guclu bir sinematografi ve hayvani bir oyunculuk deneyimi yasatmayi vaad ediyor. Diger yazili medya da karsilastigim gibi filmin tarzini 'A Clockwork Orange' ile kiyaslayip, daha sonra da altindan kalkamayip yerme yolunu secen beyinsizler var. Lutfen bu ve benzeri yayinlari kaale almayin, zaten alacaginizi da cok sanmiyorum.Yine de Refn in oldukca bi tarafi kalkmistir boyle bir film ile birlikte anilmak buyuk bir gurur vesilesi.

Soundtrack listesi:

Bronson Soundtrack - Track Listing
1. The Electrician - The Walker Brothers
2. Va pensiero
3. Götterdämmerung
4. Santa Please (Come Early This Christmas) - Eva Abraham And The Nat Franklin Trio
5. It’s A Sin - Pet Shop Boys
6. Meet Mister Callaghan - Ray Martin
7. Your Silent Face - New Order
8. Attila: Chi dona luce al cor?.. (Atto II)
9. Digital Versicolor - Glass Candy
10. La forza del destino
11. Das Rheingold: Entry of the Gods into Valhalla
12. Eine Alpensinfonie Op. 64
13. Symphony No. 4 in E flat ‘Romantic’ (ed. Nowak)
14. Lakmé (Act I) : Flower Duet
15. Madama Butterfly , Act 2, First Part: Coro a bocca chiusa/Humming Chorus

Funny Games: Kumanda



Funny Games, Haneke tarafindan 2 kere cogu sinemaseverin kafasinda soru isaretlerine yol acacak bicimde ilki 1997 yilinda ikincisi ise US versiyonu olarak 2007 yilinda cekilmistir. US versiyonunu izlememden tam olarak 6 ay gecmis ve yaklasik bir kac saat once binbir cile ile edindigim 1997 versiyonunu izlemis bulundum. Gayet tabii ilk versiyonunun birebir bir kopyasi olmasi umdugum birsey degildi. Zaten Funny Games i cekmekteki amaci Haneke nin, bana kalirsa iste tam da bu bahsettigim hadiseyi, yani beklentilerimizi alip yerin dibine sokup sokup bize teslim etmek oldugunu anlamam uzun surmedi.

Filmin baslamasiyla, kisa bir karakter analizi yapma firsati buluyoruz. Elimizde cok tipik bir Alman cekirdek aile var. Tek cocuga sahip bu ailenin mumkun oldugunca tipik bir Avrupali ust-orta gelir grubuna dahil, alabildigine kafalardaki 'ideal', 'mukemmel' aile kavramlariyla ortusuyor olmasi titizlikle planlanmis. Baba karakteri Georg, guler yuzu, sakin tavirlari olan, cocugu ve karisi ile diyaloglarindan anlayabildigimiz olcude 'ideal' bir es ve baba figuru. Keza, sevimli ailemizin annesi Anna' nin da Georg'dan hic te asagi kalir bir yani yok. Bu ikilinin asklarinin meyvesi de teddy bear sirinliginde bir oglan cocugu. Ailenin civardaki komsulariyla iliskileri oldukca sicak, yarin golfte size soyle koyucaz, boyle koyucaz derken ki gevrek gevrek gulumseme de bunu ve yaninda sahte olagan iliskileri kanitlar nitelikte.

Karakterlerin bu kadar tipik olmasini ve ailenin bu kadar ideal goruntusunu destekler kivamda sahip olduklari da orta-ust sinif icin 'mukkemmel' kavraminin icini fazlasiyla dolduruyor. Maddesel ogeler ki bunlar yine tipik bir Avrupa cekirdek ailesinin mutluluga ulasmak icin sahip olma gudusuyle yasadiklari metaforlar, oldukca beklentilerimizi karsiliyor ve aileye olan sempatimizi arttiriyor. Gol kenarinda bir yazlik, buna cok sik bir sekilde eslik eden bir adet yelkenli, tipik bir station wagon aile arabasi, dublex, bahceli asiriya kacmayan bir ev ve onun onunde kucuk bir iskele. Bu ogelerin her ne kadar luksu cagristirdigini dusunsek te, yonetmen sadeligi ve basitligi on plana cikartarak asiri frapan durabilecek seylerin mizansene girmesine izin vermemis, buna cok basit bir ornek olarak ise filmin buyuk bir kisminin gectigi plan olan evin oturma odasi soluk bir sarinin dominant oldugu, tek duze mobilyalari ve minimum duzeyde dekor objeleriyle yaratilmis(minimalist). Tabiiki bu tabloya bir de sevimli kopek eslik ediyor heyecan yapmayin.

Butun bunlarin seyirciye verilmesi, ve basarili oldugu kadar her ogenin birbiriyle tutarli olmasi yonetmenin planladigi saldiri araci. Bu kadar kliselesmis bir ideal aile simulasyonu, seyircinin beklentisini kitlelerce kabul edilen, yarginin alistigi senaryolara saplayip birakiyor. Haneke bir tuzak kuruyor fakat beklentileri cok basarili bir sekilde manipule edilmis seyirci kendi iradesine dur diyemiyor; kurgunun illa ki bekledigi sekilde ilerlemesini istedikce istiyor, bekledikce got olup agiz dolusu kufurler ediyor. Evet, Haneke bir elmas berrakligiyla bunu yapiyor: Bizimle afedersiniz tasak geciyor.



Yonetmen Anna'nin bu iki seri katil modunda takilan lunatik pici eve almasini, uzun bir sure bizde "yok, yok abi kesin bisey yapmicaklar ama ne bok yemeye calisolar yahu?" sorularini ayni cikarim uzerinden saglamis ki bu en basit anlatimiyla bir sinif algisi oyunu. Katiller fazlasiyla aristokrat ve ust sinif goruntusune, ayni sekilde o goruntuyu dolduracak naziklige sahipler ve bunu kesinlikle elden birakmiyorlar. Bu da seyircide olusabilecek o sinifa dahil oldugunu algiladigimiz insan profilinin bir cani, bir psikopat olabilecegi beklentisini ister istemez engelliyor. Sorular soruluyor, tahminler yapiliyor, beklentiler hizla bosa cikiyor ve zavalli seyirci icin bu yukselen trend ayni ivme ile devam ediyor.

Yonetmenin seyirciyi oyuna dahil etmek icin kullandigi teknikler kulaga ne kadar ucuz gelse de yarattigi etki tam da aksi sekilde. Katillerin kameraya donup kurgu islenirken bizden de bir tahmin beklemesi, bir beyanda bulunmamiz istegi artik isyan cigliklarina yol aciyor. Bunlar arasinda ise bence filmin en zirve yaptigi nokta, Anna nin silahi alip sisko katili oldurdugu ve hemen arkasindan diger katilin assiiieee diyip televizyon kumandasini bulup sahneyi basa aldigi ve kurguyu kendi istedigi hale getirmesidir.



Bu kumanda mevzusu gorundugu kadar basit degildir. Daha once de vurguladigim sekilde seyircinin beklentilerini bosa cikarip bir ohhh cekmemize engel olmaktan cok da ote simgeler barindiriyor. Konformist ve materyalist bati kulturu, seyirciye sadece hayat standartlarini yukseltirken bu iki kavramin sisirilmesi gerektigini ogretmekten ote, bireysel mutlulugun da kisinin elindeki bu duzenin en ironik simgesi olan 'tv kumandasi' gibi metalarla saglanabildigi sonsuz imkanlar taniyor gibi gozukmektedir. Iste bu yanilgiya yapilan en absurd gondermelerden biri ile karsi karsiya birakiliyoruz. Haneke'nin ise " hahahha, bu sefer degil, seni pic!" ve benzeri nidalar attigina eminim.

Filmin basinda gordugumuz bir bicak vardi, izleyenler hatirlayacaktir cunku gozumuzun icine icine sokulmustur o sevimsiz bicak. Simdi size o bicagin huzun dolu hikayesini anlatacagim. Vakti zamaninda, Hollywood yapimcilari bir filmin gisede doksana takmasi icin seyirciyi belli acilardan tatmin etmesi gerektigini anlamistir.Bunu lisedeki cilgin felsefe hocamdan ogrenmis olmam gercegiyle yetinmeyip ayrica bknz. Robert Altman'in 'The Player' i. Arada hatirladiklarim ciplaklik, sir, ask, estetik vb. vb. fakaaaat en onemlisi nedir?! Mutlu son. Zikip atarcasina o bicagi filmin sonunda da Anna' nin elinden aliyor sempatik katilimiz ve saatin oldukca ilerledigini gorup gayet siklemez tavirlarla karakterimizi denize parmaklarinin ucuyla itip,ikili konusmalarina hic birsey olmamis gibi devam ediyorlar. Butun Hollywood basari kliselerinin, ki bunlar seyircinin beklentilerinin olusmasinda en buyuk etkenler, kaba alman aksaniyla aq mustur o bicak.

Filmin uzun tek planlarindan, rahatsiz edici ve absurd tarzindan, vesairesinden bibisinden didisinden vakit bulan seyirci farkedecektir ki, bicak simgesinde oldugu gibi bunlar yakin cekimlerle yapilmis, oldurme ve ciplaklik sahneleri sansurlenmis, diyaloglar olabildigince arindirilmis, mizansenler basitlestirilmis ve bunlarin yaninda tam da saheser bir ornek olan cocugun olmesinden sonra diger karakterlerin hic bir zaman gosterilmemesi planlanmistir.Anne, baba, cocuk lesi ve fonda rahatsiz edici, cirkin bir araba yarisi sesi hukum surmektedir. Algiya oynanmis, tek planlar ve uzun cekimler sorulan sorulari, cevapsiz birakmistir.Mutsuz son da bence toplu tecavuze ugramis beklentileri karsilayacak kadar gercekci ve yakisikli durur hale gelmistir.



Not: Neden Amerikan versiyonu olan 2007 Funny Games'i tekrar cekme geregini hissetmistir, bu sacmadir, olmamistir diyenler icin soyle bir yanitim olacak nacizane: Haneke nin elestirdigi duzen tam da Amerika cikisli salgini konu aldigi icin filmin en buyuk etkiyi yapacagini dusundugum yer de en tabiiki Amerika olacaktir. Gelgelelim, bu angut amerikalilarin Avrupa sinema orneklerinden diger butun sanat cesitlerinden oldugu gibi hic haz almamasi, sanat urunlerine kendi cabalariyla ulasip tercihlerini bunlara bulusmak icin kullanmayacaklari goze alindiginda sanirim Haneke'nin bu elestirisini tam da hakeden "ulus?" a ulastirmasinin tek yolu buydu. Bu kadar azimle sican, bir filmi iki kere bile ceker.

Notun notu: Fuck the american dream!

Kvinnodröm (1955) aka Dreams



Ingmar Bergman'in Kvinnodröm(Dreams),1955 tarihli bu filmi, yonetmenin sinemasinin ikinci doneminin tipik bir ornegi aslinda.Dreams'te kameralarin kadina ve onun ic dunyasina cevrilmis oldugunu, analizlerin butununu kadin-erkek iliskileri uzerinden, kadinin bulundugu konumu erkekleri ifsa ederek, tabiri yerindeyse, kucuk dusurerek gozler onune seriyor yonetmen. Ne kadar kadin karakterlere odaklanmis bir gozlem filmi olsa da, alt metinlerinde dozaji yuksek elestiri oklari yagiyor erkegin hayatinin her alanindaki acizliklerine ve duygunun egemen oldugu her olaydaki beceriksizliklerine.Bergman'in en iyi filmlerinden biri olmadigi kesin fakat anlasilabilirligi acisindan bakarsak, yonetmenin ikinci donem filmlerinin bir amac manifestosu seyircisine sundugu, hatta birinci doneminden de cok kucuk ornekler de bulundurdugu da asikar.


-spoiler-
Kurgu'da birlikte ilerleyen, farkli bakis acilarina sahip iki ayri hikaye hukum suruyor. Ilkinde orta yaslarina varmis moda editoru bir kadin Susanne, tipik bir imkansiz ask yasiyor. Sevgilisinden ayrilali yedi ay olmustur ve bu sure kendisini duygusal anlamda cok yipratmistir. Oyle ki, saglikli dusunemiyor, nevrotik davranislarda bulunuyor, sanrilar goruyor, intihari bile aklina getiryor. Kendine olan guvenini de busbutun yitirmis durumda.Daha onceden guclu ve basarili oldugu cikarimina is hayatindaki bulundugu pozisyondan varabiliyoruz.Nitekim vardigi ruhsal durum,cokusun esigindeki bir karakterin analizi niteliginde. Diger karakter Doris, yasinin ve guzelliginin getirdigi butun toyluklarla ne istedigini bilemez durumdadir. Nisanlisini sevmesine ragmen akli bir karis havada, hayati yasamak isteyen, anlik mutluluklarin pesinde olan bir karakter kompozisyonu sunuyor.




Doris'in hikayesi aslinda kadinlarin genclik doneminin, ki bu hala gunumuz toplumun da da sikca karsilastigimiz bir senaryo, bir elestirel ozeti.


Baba ve ebeveyn rolunun hayatindan cikmasiyla baslayan 20-30 yas arasi guvensizlik sendromu, kadinin bireysel tatmine ulasmasini tekrar eden onsel icgudulere sadik kalmasi kosuluyla olabilecegini dikte ettiriyor.Bu da kadinin bir birey olarak kendini gerceklestirmesi yerine daha ulasilmasi kolay ve duygusal olan fakat kendisine ussal gozuken bir yol secmeye sevk ediyor. Basit bir orneklemeyle, senaryoda gectigi gibi, yasca buyuk, olgun ve zengin sevgili adayi ayni anda hem beyinde konumlandirilan baba konseptiyle ozdeslisirken, vaad edilenler ise ebeveyn kontrolu altindaki konformist ve edilgen hayatin benzer bir tamamlayicisi oluyor. Kendini gerceklestirecek cesarete sahip olmayan kadinin bu cikmaza saplanip kalmasinin garantisini de, neden olan cocuksulugun(infantile) bir sonuca donusmesi ve ayni paradoksun devam etmesi veriyor.

Doris'in hikayesinin anlattiklari 20-30 yas kadinini analiz ederken, Susanne'in hikayesine tekrar donulmesiyle bu sefer 30-50 yas arasindaki modern ve basarili kadinin duygusal sarsintilarini izliyoruz.



Henrik gelmesiyle cok yakinen tanidigimiz, olabildigine gercekci diyaloglari deneyimlemeye devam ediyoruz. Henrik evlidir, cocuklari vardir, zengindir fakat Otto'daki yasliligin getirdigi deformasyonun fiziksel ve duygusal surecinin, erken boyutunu Henrik'te gozlemleyebiliyoruz.Doris ve Otto'daki ironinin aksine, Henrik ve Susanne'in iliskilerini daha soguk bir gercekcilige oturmasinin bir nedeni de olgun iki insanin iliskisine bu sefer tanik oluyor olmamizdir.Otto'nun aksine, Henrik herseye sahiptir kagit uzerinde.Aile,statu,kiyasla genclik,ona asik bir kadin (iki degil) bunlarin hepsine sahiptir Henrik. Susanne'da Doris'in aksine, kendini gerceklestirmis, statu sahibi olmus ama duygusal acidan tatmine ulasamamistir.Ozlem duydugu seyler egosunda oyle buyuk yaralar acmistir ki, duygusal husrani bicimsel siddete basvurmakla sonuclanabilecek durumdadir.Modern toplumun bir hastaligi olan, sahip olma, elde etme gudusu oyle tehlikeli hale gelmistir ki, Susanne ugruna intihari dusundugu adama kavustugunu hissettigi andan itibaren,tatmin duygusu yeni bir asama atlar, sahip olma gudusu ile ilintili hastalikli dusunculerini dinleriz.

Bunlari takiben olaya dahil olan Mrs.Lobelius (Henrik'in karisi) olayi bambaska bir boyuta tasir. Susanne'in hayallerinin hayat bulmus halini yasayan Mrs. Lobelius'in aciklamalari kendisinin de eskiden aynen Susanne gibi oldugu, kiskanclikla yanip tutustugu yonundedir fakat artik hicbirsey hissetmemektedir ve bunun tek suclusu kendisi oldugunu dusunmektedir. Duygusal zekasini bastirmis, acilari sonucu guclu olmus, bunlar sayesinde de Henrik'i bir chowchow kopegi kadar iyi anlamis ve domine etmistir. Bir nevi nihayi noktaya ulasip, kendini negatif yonde gerceklestirmistir.



Henrik: "Buyumek icin oyuncak ayisine ihtiyaci olan bir cocuk gibi, ona olan sevgisi her mantigi reddiyor.Senin icin o oyuncak ayi gibiyim ben."

Susanne:"Karin olsun(gebersin) istiyorum.Karin ve cocuklarin.O kadar cok istiyorum ki korkuyorum."